Hatice Serap KARLIDAĞ
[email protected]
KASIM KASILANLAR VE KAYBOLAN DEĞERLERİMİZ
27 Ekim 2025 16:00KASIM KASILANLAR VE KAYBOLAN DEĞERLERİMİZ
1978–1979 yıllarıydı…
Her 10 Kasım sabahı, hava ayaz, gökyüzü gri, kalplerimiz ise hüzünle doluydu. O sabahlar, Büyük Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ü anmanın ağırlığı çökerdi üstümüze. Küçücük yüreklerimizle, “Atamızı kaybettiğimiz gün”ün anlamını tam idrak edemesek de, öğretmenlerimizin gözyaşlarından, sessizliğin derinliğinden o büyük acıyı hissederdik.
Siyah önlüklerimizin içinde, şimdilerin bilmediği naylon çizmelerle okula giderdik. Montumuz, hırkamız yoktu. O yıllarda her şey sade, yoklukla ama aynı zamanda sevgiyle doluydu.
Ayaklarımızın altında kar gıcırdar, nefesimiz buhar olurdu. Soğuk iliklerimize işlerdi, ama içimizdeki saygı ve bağlılık o soğuğu unuttururdu. Naylon çizmelerin içinde küçücük ayaklarımız donar, ısınmak için bir Tekin’i indirir, bir Tekin’i kaldırırdık.
Sakarya İlkokulu’nun bahçesinde, düzenli bir sıra oluşturur, Atamıza saygı duruşunda bulunmak için beklerdik. Tören başlamadan yarım saat önce orada olurduk; çünkü öğretmenlerimiz disiplinliydi, düzenliydi, ve biz de onlara benzemek isterdik.
Soğuktan zıplayarak ayaklarımızı hareket ettirirdik ama bunu fark ettirmemek gerekiyordu. Mazallah okul müdürümüz görürse, elindeki oklavayı andıran sopasıyla ellerimize vurması kaçınılmazdı.
Bugün bunu anlatınca çoğu kişi inanmaz belki ama o yıllarda disiplin korku değil, saygı doğururdu. Öğretmenlerimiz bizden sadece bilgi değil, terbiye kazanmamızı da isterdi. Ve biz de onları yalnızca öğretmen olarak değil, birer örnek insan olarak görürdük.
Şimdiki gibi öğretmeni velisine şikâyet etmek gibi bir düşünce bile aklımıza gelmezdi. Zaten etsek de “öğretmendir, bir bildiği vardır” denirdi. Anneler babalar, çocuklarını okula “eti senin, kemiği benim” diyerek teslim ederdi.
O zamanlar sadece çocuklar değil, büyükler de öğretmene derin bir saygı duyardı. Hafta sonları sokakta öğretmenimizle karşılaşsak, utana sıkıla ellerimizi arkaya koyar, başımızı hafifçe eğer, selam verirdik. O selamın içinde minnet, saygı, hayranlık ve sevgi olurdu.
Bugünse tablo çok farklı. En küçük meselede çocuklar anne babasına koşuyor, veliler soluğu okulda alıyor. Öğretmenini darp edenler, “çocuğumun psikolojisi bozuldu” diyerek mahkemeye verenler var.
Kutsal bir meslek olan öğretmenlik, her geçen gün biraz daha değer kaybediyor. Evde bir çocukla baş edemeyen veliler, sınıfta onlarca çocukla ilgilenmeye çalışan öğretmenlere saygı göstermiyor.
Oysa öğretmen, sadece ders anlatan biri değildir. O, bir ülkenin geleceğini yoğuran, insan yetiştiren, karakter inşa eden kişidir.
Bizim zamanımızda her şeyin değeri vardı. Emeğe saygı vardı, alın terine hürmet vardı.
Sene sonu geldiğinde karnelerimiz iyi olduğunda velilerimiz öğretmenlerimize teşekkür ederdi. O teşekkür, bir zarfın içine gizlenmiş bir mektup bile olsa, içten bir duayla süslenirdi.
Hazreti Ali’nin o meşhur sözü kulağımızda yankılanırdı: “Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum.”
Ne güzeldik biz o zamanlar…
Ne kadar edepli, ne kadar minnettardık.
Bir daha dünyaya gelsem, yine o yıllarda gelmek isterdim. Çünkü o yıllarda insan olmanın, saygı duymanın, teşekkür etmenin kıymeti bilinirdi.
Şimdilerde ise, edepli olana “ezik”, teşekkür edene “yalaka” deniliyor. Teşekkür etmek bir kültür olmaktan çıktı; sanki bir zayıflık göstergesiymiş gibi görülüyor.
Bugün baktığımızda, ne yazık ki teşekkür etmekten utanır hale gelen bir neslin içindeyiz. Oysa teşekkür etmek, insanın alçaldığını değil, yüceldiğini gösterir.
Minnet, insan ruhunun asaletiyle ilgilidir. Eski değerlerimiz yaşasaydı, bunu çok iyi bilirlerdi.
Hekimhanlı yazar, şair ve öğretmen Sayın Süleyman Özerol’un arşivleri sayesinde geçmişi hatırlıyoruz, unuttuklarımızı yeniden görüyoruz. Ancak bugün bazı dergi çıkaran kişiler, onun yılların emeğiyle hazırladığı arşivlerden yararlanırken, bir teşekkür bile etmiyorlar.
Çünkü teşekkür etmeyi eziklik sanıyorlar.
Oysa bilselerdi; minnettarlık, insanın gönül zenginliğidir.
Eğer onlar Sayın Süleyman Özerol’un yerinde olsalardı, bırakın arşiv bilgilerini, bir fotoğraf bile paylaşmazlardı. Kasım kasım kasılır, kıskançlıktan adeta sınır tanımazlardı.
Ben bir Hekimhanlı olarak, şair-yazar-öğretmen Süleyman Özerol, Metin Özer ve Bahri Çavuşoğlu hocalarımızla gurur duyuyorum.
Hekimhan’ın suyundan, cevizi kadar bereketli bir ilim filizleniyor.
Bu filizlerden doğan bu üç değerli isim, geçmişi fotoğraflarla, yazılarla, şiirlerle günümüze taşıyor; unutulmuşlukları gün yüzüne çıkarıyorlar.
Onların her biri, Hekimhan’ın kültürel hafızasını diri tutan birer çınar gibi.
Her yazılarında, her paylaşımlarında bir parça geçmişi buluyoruz; çocukluğumuzu, köy yollarını, eski dostlukları, sıcak ekmek kokusunu, soba başındaki sohbetleri hatırlıyoruz.
Bir milletin geleceği, geçmişini unutmamasında gizlidir.
İşte Ozan yazar Süleyman Özerol, Ozan birfani Metin Özer ve Ozan Bahri Çavuşoğlu gibi değerlerimiz, o geçmişi geleceğe taşıyan gönül köprüleridir.
Allah bu ender değerlerimize sağlıklı, huzurlu, uzun ömürler nasip etsin.
Bizler onların emeğiyle büyüdük, onların kalemiyle geçmişi öğrendik.
Saygı, minnet ve muhabbetle eğiliyorum önlerinde. (H.Serap Karlıdağ)
Yorumlar (0)
Yazarın Diğer Yazıları
Tüm Yazılar